Size, kendi şahit olduğum ve olayları yaşayan kişilerden bizzat dinlediğim dört kısa hikaye anlatayım.
1. Bir arkadaşım oruç tutmadığı halde çalıştığı iş yerinde hoş karşılanmayacağı için sabah sıkı kahvaltı yapıp çıkıyor ve gün içinde eve dönene kadar hiçbir şey yemiyor.
2. Tanıdığım bir iş adamı bu yıl ilk defa başörtülü bir hanımefendiyi işe alma kararı almış. Kararını öğrenen diğer çalışanlar son derece sert bir tepki vermişler. ‘’ Bizim müşterilerimiz başı örtülü bir çalışana olumsuz tepki verir, bizler de muhafazakar biriyle çalışmak istemeyiz’’ demişler.
3. Bir toplantıdayım, katılımcılardan birisi ‘’müsaadenizle ben bir abdest alıp geleyim’’ diyerek salondan ayrıldı. 10 dakika sonra elinde bir havlu 8 kişinin olduğu salona geldi, ıslak ayaklarını itinayla sildi, çorabını giydi ve ‘’namazımı kılıp geliyorum’’ diyerek aramızdan ayrıldı.
4. Bir tekstil fabrikasına denetime gittim. Fabrikadaki saha turu esnasında mescit kısmına geldik. Bana rehberlik eden kişi; ‘’Mescidin şartlarını epey iyileştirdik, halı değişti ve klima takıldı. Malumunuz, adına imalat yaptığımız batılı markalar ibadet ile ilgili ortamların nezih olmasını çok önemsiyor. Bana kalsa tüm mescitleri kapatırım, namazını kılan evinde kılsın, bura ibadet yeri değil’’ dedi.
Yukarıdaki kısa hikayelerde önemli iki husus var; İlki; dini inançlar, ibadet etmek veya etmemek, dış görünüş tercihleri gibi konular kati suretle kişiye münhasırdır. Kimsenin dini inancı ve ibadetleri sorgulanmamalı ve yargılanmamalı. İkincisi; insanlar ibadet ve inançlarını başkalarının gözüne sokup, bunlarla show yapmamalı. Maalesef dış görünüşte neyin olduğu o kadar belirleyici olmuş ki insanlar yaradanla aralarındaki özel ilişkiyi bile kendileri istismar edebiliyorlar.
Dilimizden düşmeyen demokrasi; toplumdaki siyasi, ekonomik, dini, kültürel, etnik, yasal eşitlik konularında öne çıkan bir anlayıştır. Özünde ise kendin gibi olmayana tahammüldür. Bir insan kaynakları yazısı olması itibari ile şunu söylemek isterim; iş yerinde demokratik ortam oluşturmak, kurumsal kültürü bu yaklaşımla tasarlamak ehemniyet teşkil eder. Niye oruç tutana yada tutmayana tahammül edemiyorsun? Baş örtüsü yada dekolte seni niye bu kadar rahatsız ediyor? Niye abdestini ve namazını milletin gözüne sokarsın? Neden insanların ibadet için ihtiyaç duyduğu bir mescide tahammül edemiyorsun? Türkiye’nin bugün en büyük sorunlarından birisi siyasetin kamu, özel fark etmeksizin çalışma yaşamıyla ilgili tüm tercihlere sirayet etmesi ve liyakatin bizlere veda etmesidir. Maalesef, kişilerin mezhebi ve meşrebi fena halde önem arz eder olmuş.
İngiltere de yaşıyor olmam hasebiyle şirket ortamlarını ve iş yaşamını karşılaştırmam yönünde talepleri geliyor. İngiletere’ye gidenlerin dikkatini çekmiştir; daha pasaport yoklaması esnasında yanyana memurların birisi eş cinsel, diğeri başörtülü bir kadın, yanındaki başında sihle bir hintli. Kimse diğerini inancı, görünüşü ve yaşam tarzı sebebiyle eleştirmiyor, garipsemiyor, değerlendirme kriteri yapmıyor ve en mühimi ötekileştirmiyor.
Prof Dr İlber Ortaylı’nin bir televizyon programında anlattığı bir anısını aynen aktarıyorum;
Bir süre evvel Avrupa da bir Üniversite’den Osmanlı da iz bırakan padişahlar üzerine konuşmak üzere davet aldım ve icabet ettim. Fatih Sultan Mehmet hakkında öğrencilerden olağanüstü güzel sorular alıyordum. Fatih’in zekası, ilme olan düşkünlüğü, lisan bilgisi, hoşgörüsü, tutkusu, liderlik becerisi gibi değişik hususlardaki sualleri cevaplarken bir öğrenci ‘’ Fatih şarap içermiş, doğru mu?’’ dedi. Bilmediğimi ve ilgilenmediğimi ifade ettim ve diğer sorulara geçtim. Kısa bir süre sonra aynı genç tekrar söz aldı ve kendince bir kaynak göstererek Fatih’ in alkol kullandığını yineledi ve bu konuda konuşmakta ısrarcı davrandı. Fevkalade güzel İngilizce konuşan gence ‘’Sen Türk müsün?’’ dedim. ‘’Evet’’ dedi. Ben de ona ‘’ Alkol kullanıp kullanmadığını hakikaten bilmiyorum ve zerre kadar ilgilenmiyorum, seni de ilgilendirmemeli zira bu kişisel bir tercih. İçtiyse banane ve sanane’’ dedim.
Bazı konularda batıdan örnek verirken hicab duyuyorum zira 800 sene evvel sahip olduğumuz hoşgörüden ,inanc ve ibadetin kişiye özel olması ayrıca saygı duyulması, mahrem kalması zarafetinden bugün ne kadar uzaklaştığımızı görmek yaralayıcı. Vaktiyle bu zarafetin zirvesinde olduğumuzu çok güzel anlatan, Sadık Yalsızuçanlar’ın Diyamandi kitabındaki bir hikaye ile yazımı bitiriyorum.
“İki dervişin, Anadolu’da gezerken yolu bir kasabaya düşer. Sokakta yürürken bir kilisenin önünden geçerler. Aylardan Ramazan’dır. Kapıda duran Papaz efendiye selam verirler. İçeri davet eder. Daveti geri çevirmez, girerler. Papaz efendi dalgındır. Ramazan olduğunu unutmuştur. Dervişler seferi olmalarına rağmen o gün oruçludur. Papaz, bu zarif gezginlere ikramda bulunmak ister. ‘Dibek kahvem var, size elceğizimle pişireyim.’ diyerek ocağa geçer. Dervişler birbirine bakar. Biri, diğerine, ‘Altmış bir güne hazır mısın?’ diye sorar. Diğeri, ‘Hazırım.’ der. İkramını geri çevirip adamı incitmek istemezler, kahveyi içerler. Altmış bir gün kefaret orucu tutarlar.